24.02.2002 – Yeni Asya Gazetesi
İnsan nedir? İnsan hayatını niçin yaşıyor? Hayatın manası ve değeri nedir?
Her insanın kendi iç dünyasında ve vicdanında böyle suallere muhatap olduğu şüphesizdir. Zira insan, varlıklar aleminde, kendi varlığını tefekkür edebilen ve varoluş gayesini arayan yaratılışa sahip bir varlıktır. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri, kendi varlığının kaynağını, hayatın anlam ve akıbetini her zaman tefekkür etmiş olan insan, kendi
varlığına bir izah ve anlam bulma ihtiyacını her zaman duymuştur. İnsanı kendi varlığını düşünmekten alıkoymak mümkün değildir.
"Bugün ilim dünyaya yeni bir çehre vermiştir. Yeni dünyanın çehresini değiştirmiş olan fizik ve astronomi ilimleri, insan zekâsı için şerefli bir abidedir. Ama ilmin asıl görevi bu değildir. Çünkü o en büyük muvaffakiyeti cansız alemde göstermiştir. İlmin gayesi, insanı anlamak olmalıdır."[1]
Neden ilmin gayesi insanı anlamak olmalıdır? Zira, insanın hareket tarzını tayin eden temel faktör, onun gayesi; insan gayesini tayin eden temel faktör ise, onun kendine verdiği, ifade ettiğine inandığı manadır. Bu sebeple, insanın ne olduğu, ya da ne olmadığı bilinmelidir ki, ona yüklediğimiz sorumluluk ve insanî vazifelerin, iyi ve kötü; doğru ve yanlış ayırımlarının, dürüstlük ve faziletin, ahlâk mükellefiyetinin, hak ve hukukun, toplumsal vazifelerin tutarlı ve objektif bir temeli bulunsun.
Bilgi birikimleri, hayatın ve hayatın içinde karşılaşılan hadiselerin anlaşılmasında bir ışık ve vasıtadır. Ancak, yanlış bilgi birikimleri, hayatın ve hadiselerin yanlış değerlendirilmesine neden olur. Hayata kendisi ve başkaları hakkında bilgisiz olarak veya yanlış ve yetersiz bilgilerle katılan insan ile bu hususta geniş ve doğru bilgilere sahip insan... İşte bu aynı zamanda, nasıl davranacağını, hak ve hukuku bilen ve davranışlarına bu bilgi ile istikamet veren insanla, bu bilgiye sahip olmayan insan arasındaki farklılıktır. Zira, biz biliyoruz ki, insan tutum ve davranışlarına iradî bir çekidüzen vermezse, o insanda günübirlik menfaatlerini meşru, gayri meşru ayırımı yapmadan gaye edinen bir şahsiyet yapısı otomatik olarak devreye girmektedir. Bu nedenle, insan ve toplum hayatı için, bu iradî çekidüzen, yani, "iç disiplin" önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. İç disiplin, insanın, ahlâk, fazilet ve dürüstlük konusunda irade sahibi olması demektir. Ahlâk, fazilet ve dürüstlük iradesi ise; insana bu hususlarda bir mükellefiyet yükleyebilen bir gaye ve bu gayeyi tayin eden insan bilgisi ile kazanılabilen bir iç kuvvettir.
Varlıklar hakkında ulaşılan her bilgi, o varlıkların tarif ve tavsif edilebilmesini; diğer bir ifade ile tanınmalarını sağlar. Etrafımızdaki varlıklardan onları tanıdığımız ve bildiğimiz nispette istifade edebiliyoruz. Mahiyetini bilmediğimiz bir varlıktan, doğru olarak istifade etmemiz ve onu yaratılış gayesine uygun olarak tasarruf edebilmemiz mümkün olmaz. Mesela: Asitin mahiyetini bilmeyen bir insan, onunla elini yıkayabilir, veya, onu içmeye kalkışabilir. Gelelim insana.. İnsanın hayatını ve kabiliyetlerini doğru istikamette tasarruf edebilmesi için; kendini bilmesi, doğru olarak tanıması zaruridir. Bu bilgiye sahip olmak, insanın yaşama biçimi olan toplum hayatının sulh ve düzeni için hayatî bir zarurettir. Aksi taktirde, hayatını yanlış istikamette yaşayan ve kabiliyetlerini yanlış gayelerin emrine veren insanlar, toplumun buhran tablolarının desenlerini ve renk tonlarını teşkil edeceklerdir. Çünkü, insanlar, ancak kendilerini anladıkları nispette hakiki gayelerini anlayabilecekler ve bu gaye ile ferdî ve sosyal hayata yansıyan bir iç disipline ulaşabileceklerdir.
Burada belirtmeden geçmeyelim, iç disiplin sadece insanı dürüst ve faziletli kılan bir irade kuvveti olarak sınırlandırılmamalıdır. Zira, ekonomik başarıların da, kalkınmanın da insandan ferdî veya organize planda talep ettiği iç disiplin vardır. Hiçbir başarı disiplinsiz mümkün değildir.
Kendi Kendimizi Sınırlamanın (İç Disiplin) Hayati Önemi
İnsanın varlıklar alemindeki yeri son derece ilginçtir. İnsan, varlıklar aleminin merkezidir. Canlı, cansız bütün varlıklar, doğrudan veya dolaylı olarak insanın hizmetine takdim edilmiştir. Fakat yaratılışı icabı insanın arzu ve emelleri sınırsızdır. Yine, insanların istidatları, çalışmaları, gayretleri, verimleri ve dolaylı olarak da hak ve ücretleri farklı olduğundan; bu sınırlı imkânları eşit değil, adil paylaşma zarureti, fertlerin bir iç disipline, hattı zatında korku ve baskı gibi dış tesirlerden değil, kendi inanç ve gayesinin bir eseri olan özgür iradesinden doğan bir iç disipline sahip bulunmalarını zarurî kılar.
Eğer, insanın arzu ve ihtiyaçları sınırlı, bu ihtiyaçlarını tatmin eden imkânlar nispeten daha geniş olsaydı, elbette bu disiplinlere de lüzum kalmazdı. Ancak, görüyoruz ki, içinde yaşadığımız çevre, bu ihtimalin aksi şartlar ihtiva etmektedir. Bu durumda, imkânların sınırlılığı insana zaten kendiliğinden bir sınır koymaktadır. Bir de, insanın toplum hayatı yaşamasının ona getirdiği sınırlar vardır. Yani, insan sınırsız olan arzu ve ihtiyaçlarını, imkânların sınırlılığı ve bu imkânları adil bir şekilde paylaşmak zorunda olduğu toplum fertlerinin hukuku ile sınırlamak; dolayısıyla da tutum ve davranışlarını bu sınırlara göre disiplin altına almak durumundadır. Aksi taktirde insan, diğer insanların hak ve hukukunun çizdiği sınırlara tecavüz edecek, bu ise onu bulunduğu noktada toplum düzenini bozan bir unsur haline getirecektir.
İnsanların şahsi çıkarları arasında bir zıddiyet vardır. Bu zıddiyetin bağdaştırılması, insanın adalet duygularına, hak ve hukuk bilincine, dürüstlük iradesine sahip olması ile mümkündür. İnsan, bir taraftan kendi içinden, sahip olduğu sınırsız arzu ve ihtirasların, tatmini iştihasının baskısına; bir taraftan da, toplum hayatının ve dış dünyanın koyduğu sınırların mukavemetine maruzdur. Eğer insan bu iki zıt durumu kendi içinde dengeleyemez ise, o insanın mutlu olması mümkün olmadığı gibi, bu sınırları bertaraf edici tutum ve davranışları ile toplum içinde de bir huzursuzluk unsuru olacaktır.
Eğer insan, kendisinin ne olduğunu ve hayatının gayesini doğru olarak bilmezse, fıtraten sahip olduğu sınırsız arzu ve ihtiraslarına ve menfaat duygularına mukavemet gösteremez ve yenik düşer. Bu arzu ve ihtiraslar onu gayri meşru davranışlara sürükler. Bir iç disiplin olgunluğuna sahip olmayan insanın şahsî çıkar ve ihtirasları, onun bizzat kendi kişiliğini ve topluma düzen veren disiplinleri yutacaktır. İnsanın işte bu vahim akıbete sürüklenmemesi için, onu başkasının hak ve hukukunun başladığı noktada iradi olarak durduracak ve bundan dolayı da onu mutsuz değil, huzurlu kılabilecek bir anlayışa ulaşması gereklidir ki, böyle bir insan artık bir iç disiplin olgunluğuna ulaşmış demektir. Bu olgunluğu kazanmış olan bir insan, artık başkasının hak ve hukukuna saygılı, bu saygıyı yıpratan iştiha ve ihtiraslarına hakim, dürüstlük iradesine sahip bir kişiliktir. Aksi taktirde insan sınırsız arzu ve ihtiraslarının pençesine düşer, bunların tatminini gözetmeyen hiçbir şeyi mutluluk saymaz, gayesi şahsî menfaatleridir. Böyle bir kişilik, fert olarak cemiyeti yaralar, organizasyonlar teşkil ederek toplumu yaralar. Zira o, gerek fert ve gerekse organizasyon olarak, gaye edindiği menfaat ve ihtiraslarına sınır teşkil eden hak ve hukuk ile, bu hak ve hukukun sahipleri ile ve bunları koruyan toplumsal düzenin hukukî normları, hatta polisiye güçleri ile çatışma halinde olacaktır. Bu da göstermektedir ki, bir toplumda iç disiplin olgunluğuna ulaşmamış fertler çoğaldıkça, o toplumda dış disiplin müesseseleri yoğunluk kazanır. Bu sebeple, "kendi kendimizi sınırlamanın (iç disiplin) hayati önemi, içinde bulunduğumuz yüzyılda olanca zorlayıcılığıyla insanlığın karşısına dikilmiş bulunmaktadır."[2]
İç Disiplin Mekanizmasının Teşekkülü
Değer yargıları, kültür şartları, yetişme tarzları ve inançlar arasındaki farklılıklar; insanların farklı disiplin değerlerine sahip olmasına ve farklı davranış biçimleri ortaya koymasına sebep olmaktadır. "Zira, iki şey ki, iki insan için tamamen başka kıymeti haizdir. Hatta, aynı şey; fikirlerin, ahvalin ve ihtirasların sürekli ve seri değişiklikleri dolayısıyla aynı şahısta da daima aynı değer ve ehemmiyette değildir."[3] Fertler arasındaki bu farklılıklar, onların farklı kültür dünyasına sahip olmasındandır. Aynı durum toplumlar için de geçerlidir. Çünkü, bir toplumun ikliminde bulunduğu kültür, o toplum fertlerine müşterek ve dinamik disiplinlerle hakim olur.
İnsanların davranış biçimleri, onların iradesine, kişiliğine ve gayesine yön veren değerlerle doğrudan ve yakından alakalıdır. Zira, insanın inanç ve kültürü, onun hayatı ve dış dünyanın gidişini seyrettiği pencereyi büyük ölçüde belirler. İnsanın dünya görüşü, hayat felsefesi, onun ikliminde bulunduğu kültürün ve bu kültürün aşıladığı inanç, fikir, kanaat ve intibaların bir sonucudur. İnsan, bu inanç, fikir, kanaat ve intibaların etkisi ile farkında olmadan çevresine ve bizzat kendi temayüllerine karşı belirli bir tutumda bulunmaktadır. Demek ki, bu değerler, insanın iç dünyasında manevî bir yapı şekillendirmektedir. İşte insanın davranışlarında, dış dünyanın olduğu kadar, bu iç dünyanın da büyük ölçüde belirleyici bir rolü vardır. Bu sebeple, her karakterde yavaş yavaş bir "İç hayat"ın teşekkül etmesi, yıkılmayacak kadar sağlam bir inanç ve iç disiplin vücuda getirilmesi zaruridir.
İnsanın manevî yapısı, dış dünyada kendine özgü davranış biçimleri olarak tezahür etmektedir. Bu sebeple, insanın dış yaşama tarzı, onun iç dünyasının şartlarına bağlıdır. İnsanın bütün maddi ve manevî kudreti, onun iç aleminin emrine girmekte, nihai gayesinin gerçekleşmesine yönelmekte, dolayısıyla da bu gayeye yönelen tutum ve davranışlar olarak belirmektedir. İnsanın davranışları, onun dünyaya bakış ve onu kavrayış tarzının bir ifadesidir.