ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Home KİŞİSEL GELİŞİM KİŞİSEL GELİŞİM KİŞİSEL GELİŞİM ÜZERİNE BİR ANALİZ

KİŞİSEL GELİŞİM ÜZERİNE BİR ANALİZ

e-Posta Yazdır PDF

(kırmızı ile yazdıklarım bana aittir. Siyah ile yazılanlar ise alıntıdır).

13 yıldır özel sektörün içinde bulunan bir kardeşiniz olarak bazı bilgileri paylaşmak istedim. Çalıştığım süre zarfında firmamızın imkanları ile bir çok kurslara katılma fırsatım oldu. Kişisel gelişim, verimlilik, toptan kalite anlayışı gibi konu başlıkları hep dikkatimi çekerdi. Bu bilgilerin aslında dinimizin bütün  öğretilerinde bulunduğunu hayretler içerisinde hep görmüşümdür. İstisnası yok desem abartı olmaz. Bu değerlendirmeleri zaman zaman kursu

veren hocalarla da paylaşmışımdır. Bize kurslarda sunulan çok süslü anlatımların bazen bir ayette, bir hadiste çok veciz bir surette ifade edildiğini görmüşümdür ve hayıflanmışımdır. Bu sunumların çok daha güzelini yapabilmek kendi kaynaklarımızı kullanarak fevkalade mümkündür ve aslında elzemdir.

 

Bu kursların içinde en çok dikkatimi çeken ve firmada da uygulamaya aldığımız KAIZEN uygulamaları ki bugün Japonya’yı Japonya yapan prensiplerin başında geldiği bir çok otoritelerce ifade edilmiştir. Çoğu da farkında olmadan da hayatımızın bir çok aşamasında uyguladığımız basit prensiplerdir. Birinci paragrafta da arz ettiğim gibi aslında bizim malımız olan değerlerin bir şekilde uygulamaya alınmasıdır. Çünkü Cenab-ı Hak adli mutlaktır. Kim ihlas ile bir işte yoğunlaşırsa karşılığını alır. Velev ki istenenler/isteyenler şerde bile olsa.

 

Kısaca bu prensipler;

 

1.    Her gün küçük küçük adımlar atmak, (ama asla geriye doğru değil, daima ileriye doğru),

2.    Herhangi bir birimde iyileşmenin olmadığı tek bir gün bile geçirmemek,

3.    Daima takım ruhu ile hareket etmek, bireysel hareketlerden kaçınmak,

4.    Özeleştirileri suçlu aramak için değil, sistemi düzeltmek için yapmak,

5.    Kesinlikle kişisel suçlama yapmamak,

6.    Tüm bireylerin katılımını sağlamak. Kişisel protesto yapmamak. (Japonya’da grev kültürünün olmadığını, memnuniyetsizlik olduğunda sadece öneri getirmeyi durdurduklarını hatırlatmak isterim),

7.    İşe odaklanmak,

8.    İşleri projelendirmek ve  kısa sürede sonuçlandırmak,

9.    Rütbe ve makamlara öncelik tanımamak,

10. İsrafa izin vermemek,

 

Ana maddeler olarak özetlenen bu prensiplerin bir çok hadiste, ayette karşılığı olduğunu sizler de kolaylıkla görebiliyorsunuzdur. Ama bir sistem içine bu prensipler konulduğunda ve ciddi olarak uygulamaya alındığında ortaya harika işlerin çıkması kaçınılmaz oluyor.

 

ABD ise bu yolda daha farklı bir yol izlemiş ve bugünkü seviyesine ulaşmıştır. Benim gözlemlediğim ABD sistemi (Taylorizm diye de isimlendiriliyor) insan faktörünü ikinci plana atıp (adeta onu makina gibi görmek, ödül verirsen çalışır, vermezsen çalışmaz. Başarı sağlarsa kalır, başaramazsa gider… gibi)  tüm uygulamaları iş eksenli ele almıştır. Vahşi kapitalizm kuralları da diyebiliriz. Japonya ile ABD arasında anlayış farkları nelerdir denilse ilk 4-5 maddede şunları sayabilirim;

 

1.    Taylorizm sabırsızdır, KAIZEN sabırlıdır,

2.    Taylorizm fırsatçıdır, KAIZEN temkinlidir,

3.    Taylorizm birden büyük adım atar, ama bazen de büyük geri dönüş yapabilir. KAIZEN her gün karınca miktarı yürüyüşüne devam eder,

4.    Taylorizmde insan bir makinadır, KAIZEN’de ise insan hisler olan bir varlıktır. Bazen durur, bazen hızlanır, bazen  yavaşlar.

5.    Taylorizmin üretim mantığında sürekli akan üretim bandları vardır ve her işçi bu bandın tek bir adımından sorumludur, bu sayede her işçi tüm iş hayatı boyunca örneğin bir vidayı sıkmakla görevlidir ya da bir düğmeye basmakla. Yıllarca aynı işi yapan işçi elbette o işte uzmanlaşır ve üretim hızı/verimliliği çok fazla olur. Ama insanlar işlerini sevemezler ve bıkmışlardır. Daha depresif haldedirler. İnsanlar makinelerden çok daha az değere şayan görülürler ve bu tarzı üretim mantığı olarak benimseyen her işletmede iş kazaları bolca görülür. Ancak KAIZEN mantığında kişi bölümler arasında sık sık rotasyona uğrar. Daha mutludur, uzmanlaştığı iş kapsamı daha geniştir. Daha fazla öneri sahibidir.

 

Bu kıyaslamalar uzatılabilir.

 

Avrupa ise her iki prensip arasında sıkışmış gibidir. Bana göre de Japonya’ya daha yakın bir anlayışa sahiptir diyebilirim.

 

Şimdi bu konuda yazılmış güzel bir alıntı yazıyı aşağıda bilgilerinize sunuyorum. Eğer sonuna kadar okuma zahmetine katlanırsanız son bölümde ise yorumlarımı arz edeceğim.

BAŞARISIZLIĞIMIZ BİR İÇ HASTALIKTIR

ADNAN ŞİMŞEK

Ünlü Japon sanayici Konosuke Matsushita 1988’de verdiği bir konferans esnasında ABD’li yöneticilere şöyle hitab ediyordu:

“Biz kazandık, siz kaybettiniz; biz kazanacağız ve siz de kaybedeceksiniz. Hiçbir şey yapamazsınız, çünkü başarısızlığınız bir iç hastalıktır. Firmalarınız Taylor’un prensiplerine dayandırılmıştır. Daha beteri kafalarınız da Taylorlaştırılmıştır. Katı bir biçimde inanmaktasınız ki, iyi yönetim yöneticilerin bir tarafta, çalışanların diğer bir tarafta; bir başka anlatımla iyi yönetim; bir tarafta düşünen adamlar, diğer tarafta da yalnızca iş görebilen adamlar anlamına gelmektedir. Sizler için yöneticilik, yönetimin fikirlerini yumuşak bir biçimde çalışanların ellerine ulaştırmak sanatıdır.

Biz Taylor’u aştık. İş dünyasının korkunç karmaşık bir hale geldiğinin farkındayız. Risklerle, beklenmeyenlerle ve rekabetle giderek artan biçimde dolan bir çevre içinde hayatta kalabilmek son derece büyük belirsizlikler içerir. Bu sebeple bir firma, hayatta kalabilmek için tüm çalışanlarının sürekli bağlılık taahhüdüne sahip olmak zorundadır. Bizim için yönetim fert ya da sınıf engellerinden bağımsız, topyekûn iş gücünün firma hizmetine şuurlu bağlılığıdır.

Biz yeni teknolojik ve ekonomik talepleri sizlerden daha iyi bir biçimde karşıladık. Biz biliyoruz ki çok parlak da olsa birkaç teknokratın zekası, bu talepleri karşılamakta tam manası ile yetersiz kalır. Yalnızca topyekün çalışanların zekaları bir firmanın yeni çevresinde karşılaştığı iniş, çıkış ve ihtiyaçlarla yaşayabilmesine imkan tanır. Evet biz kazanacağız ve siz kaybedeceksiniz. Çünkü sizler zihninizi modası geçmiş Taylorizmden kurtaramıyorsunuz, bizlerse ona hiç takılmamıştık.”

•••

Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının düşüşünden 50 sene sonra, mağlup Japonya’nın bir sanayicisinin, ABD’li yöneticilerin suratına tokat gibi çarpan bu sözleri söyleyeceğini kim tahmin edebilirdi ki…

Acı bir mağlubiyeti zafere dönüştüren sır ne idi?

Vatanları için ölmeye karar veren kamikazelerin, iş hayatının samuraylarını yetiştiren Japonya’nın başarısının anahtarı ne idi?

KAİZEN

Bu sualin cevabını “KAİZEN” yapılanmasında bulmak mümkün. Japonya’da en sık kullanılan kelimelerden biri olan “KAİZEN” iyiye doğru sürekli gelişmeyi ifade eder. TKK (Toplam kalite kontrol) anlayışı da KAİZEN şemsiyesi altında yer alan bir kavram. Hedeflere katılım, takım çalışması, eğitim programları, işbirliği, yetki ve sorumluluk dağılımında getirdiği farklı yaklaşımlarıyla gelişmenin lokomotifi.

KAİZEN felsefesi; işyerinde olsun, sosyal ilişkilerde veya aile hayatında olsun, hayat tarzımızın sürekli geliştirilmesi gerektiğini söylemektedir.
Şirketin herhangi bir biriminde herhangi bir gelişmenin olmadığı tek bir gün bile geçmemelidir.

Medyada hükümet yetkilileri ve politikacılar, genelde ülkemiz politikacılarından farklı olarak her gün “Dış ticaret dengemizin KAİZEN’i, sosyal refah sistemimizin KAİZEN’i, eğitim modelimizdeki KAİZEN, hukuk sistemimizdeki KAİZEN vb.” Beyanları ile icraatlarını gözler önüne sermektedirler.

İki günü bir olan zarardadır.

İnanç sistemimizde yer alan, fakat hayatımıza aksetmeyen “İki günü birbirine eşit olan zarardadır” Hadisi Şerifinin madde planındaki kısmi bir yansıması ile eşdeğer bir manayı taşıyan KAİZEN kelimesi, Japonya’da günlük hayatın bir parçası olmuş. Kaizen hareketi, yöneticilerin dikkatinin en az %50’sinin KAİZEN üzerinde yoğunlaşması gerektiğini ifade etmektedir. Yöneticinin performans kriteri; kaizene ayırdığı zamanla, rutin işleri yapmaya ayırdığı zaman kıyaslanarak belirlenmektedir. Ustabaşıların başarısı ise, işçilerden gelen iyileştirme önerileri sayısına göre ölçülmektedir.

Matsushita’nın da çok güzel özetlediği gibi, Taylorizm; “…Yöneticilerin bir tarafta, çalışanların diğer bir tarafta; bir başka anlatımla iyi yönetim, bir tarafta düşünen adamlar, diğer tarafta da yalnızca iş görebilen adamlar manasına gelmektedir.”

Taylor modeli; insanın motivasyonunu tamamen havuç ve sopa ile irtibatlandıran, tek sahada uzmanlaşmaya önem veren, sadece kârlılığı hedefleyen, insanları makinadan sorumlu makinalar gibi değerlendiren, yönetimi beyin, iş görenleri el-ayak gibi gören bir anlayışa sahiptir. Kaizen kavramında ise; insana önem veren, insanı ön plana çıkaran, kâr üstü hedefleri olan, hakiki motivasyonun havuç ve sopa ile gerçekleştirilemeyeceğini savunan, insanları birbiri ile yarıştırmayarak ekip ruhunu sağlayan, hayat boyu istihdamı hedefleyen, aynı işte uzmanlaşma yerine, rotasyon yoluyla iş zenginleştirmeyi plana alarak işyerinde uzmanlaşmaya imkan tanıyan bir sistemdir.

•••

Matsushita’nın konuşmasını bir de kendimiz açısından değerlendirelim.

“Biz kazandık, siz kaybettiniz; biz kazanacağız ve siz de kaybedeceksiniz. Hiçbir şey yapamazsınız çünkü başarısızlığınız bir iç hastalıktır.”

Dert bilinirse, devası kolaydır. Bilmemek ve anlamaya çalışmamak ise en büyük derdimizdir.

Ülkemizin kaliteye ve “kalite insanı” sayısındaki artışa, çorak toprakların suya olduğu kadar, ihtiyacı vardır.

 

 

 

TAYLORİZM’İN FELSEFESİ NEDİR?

 

1.    üretim ve çalışanlar olabildiğince verimli olmak zorunda.

2.    üretimi rasyonalizasyon sayesinde arttırmak kazancı hem şirket hem de çalışanlar için arttırır.

3.    Taylor çalışanları bir makine gibi görürdü, yani yönetilebilen, ne yapacağı tahmin edilebilen bir makine gibi...

4.    Eğitimli personele sahip olmak gerekir ve bu daha fazla maaş anlamına gelir.

5.    Bu teoride işçiler mükemmelleştirilmeye çalışılır tıpkı mükemmel bir makina gibi..

6.    Çalışanların duyguları, kişisel hedefleri, ilgi alanları, eğilimleri önemsenmez.

7.    Materyal ödüllendirme ile mutlu personel yaratılmaya çalışılır örneğin: ektra maaş vs.

8.    Rasyonilizasyon yani ne kadar fazla iş, o kadar fazla maaş. Bu teoriyi kullanan bir şirket hakkında örnek verecek olursak, mc donald'sı ele alabiliriz:

a.     Personel mümkün olduğunca çok verimlidir yani mümkün olduğunca fazla kişiye, mümkün olan en kısa zamanda, mümkün olduğunca fazla servis yapılır.

b.    Dekorasyon, sandalyeler, masalar her şey maksimum verimlilik için ayarlanmıştır, bu şekilde hızlı bir müşteri akışı sağlanabilir.

c.     mc donald's ın standartlaştırılmış iş rutinleri vardır, dünyanın neresine giderseniz gidin mantık aynıdır örneğin: otomatik meyve suyu, kola doldurucu makinalar, bardak dolduğunda kendisini otomatik olarak kapatır, ya da patatesler kızardığında, öten bir sinyal duyarsınız.

d.    Teknoloji sayesinde her şey kontrol altındadır, bu sayede hata minumuma indirilir.

e.    Monoton ve standart görevler vardır, çalışanların bu standartları ve kuralları takip etmesi yeterlidir

 

Buraya kadar okuma zahmetinde bulunduğunuz için teşekkür ederim. Peki bizim felsefemiz ne olmalıdır? Bu prensiplere karşı sunabileceklerimiz yok mudur?

Üstad Bediuzzaman Hz.leri 1909 yılında Şam’da Emevi Camiinde içinde 100’den fazla alimin bulunduğu 10.000 mü’mine hitaben yapmış olduğu Hutbeyi Şamiye olarak isimlendirilen bu muazzam hutbede aslında hastalığa tam teşhis koymuştur. Önce Üstadı dinleyelim;

 

“Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye'sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.”

 

Aslında hastalıklar sayılırken devası da kendi içinde adeta yüzümüze haykırıyor. Mesajlar ne kadar da canlı. Ayrıca bir husus daha var ki başta da arz etmiştim. Aslında söylenenler hep İslamın kendi öz malı. Bu konuda da Üstadın söylecekleri var;

 

“teessüf ve teellümle size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar, terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir.

Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: "Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var." İşte, bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki, ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: "Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun." İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.

Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes "Nefsî, nefsî" demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.

Yani, kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyet perverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Bir şey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna...

 

Şimdi bu kadar yazıdan ne anlayacağız?

 

Arife tarif gerekmez. “Madem bu kadar değerlerimiz var da niçin kendimize ait bir sistemimiz yok” dediğinizi duyar gibiyim. Aslında Hutbeyi Şamiyeyi bir kere daha dikkatlice okumaya sizleri  davet ediyorum. Hutbede de buyrulduğu gibi aslında mesajlar 100 sene sonrasına ait. Kendi değerlendirmeme gore bu hutbe adeta bir program gibi yeni baştan ele alınmalı ve konu konu projelendirilmelidir.  İnşaAllah bir müjde ile yazımıza son noktayı koyalım.

 

“İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'âniye ve imaniye olacak”  

 

Allah’a emanet olunuz…

 

Ekrem ATA

 

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 20:35
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1249
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2229605

Haberler

 

Mesneviden;

"Hile edenin göreceği karşılık; hileden ibarettir."